Birinci Dünya Savaşı içinde savaştığımız cephelerden en önemli olanı, metrekareye 6 bin kurşunun düştüğü Çanakkale Cephesi Savaşları. Türk Milleti’nin her kesimden öğrencisi, öğretmeni, çiftçisi, doktoru, marangozu yüzbinlerce vatan evladının bin bir zorluklarla verdiği haklı mücadelesi.
1915 ile 1916 yılları arasında süren savaşlara sahne olan Çanakkale Cephesinin on binlerce kahramanından sadece birisi Osmancıklı Ali oğlu Mehmet Çavuş.
Ali oğlu Mehmet Çavuş Çanakkale Cephesinde şehit olmuş on binlerce askerimiz ile bu savaşta yer almış ve yaralı düşmüş. Tekfur Dağı (Tekirdağ) hastahanesinde seksen sekiz gün yatmış. Sonra geri dönmüş. O sefer de Kirte'ye gitmiş; orada üç yerinden yaralanmış. Birisi bomba parçasıyla kafasındaki parça ile hayatını sürdürmüş. İki tanesi de sağ ayağında.
Dönemin İlçe Milli Eğitim Müdürü Atilla Çağlar ve Osmancık Gazeteciler Cemiyeti Başkanı Bilal Çevrim 16 yıl önce İncesu Köyü'ne giderek kahraman Gazimiz hakkında bilgi edinmeye çalışırken Tarihçi Yazar Yaşar Aksan'ın kitabından da anılarını öğreniyoruz.
Bu toprakları kanları ile sulayan şehitlerimizi ve kahramanca çarpışan gazilerimizi rahmet anarken Çanakkale Gazisi Osmancıklı Ali oğlu Mehmet Çavuş’un cephedeki anılarını Tarihçi Yazar Yaşar Aksan "Bir Avuç Kan, Bir Avuç Toprak-Çanakkale "adlı kitabından şöyle anlatmış.
OSMANCIKLI ALİ OĞLU MEHMED ÇAVUŞ
-Ve aleykümselam, gel bakalım.
Önce gelen arkadaşından daha düzgün kılıklı ve daha muntazam vaziyetli esmer, yağız bir adam bir iki dakika selam vaziyetinde kaldı. Siyah ve ince bıyıklarının uçları sivri ve dikti. Yüzünde bir şehir hiç olmazsa bir vilayet merkezi gencinin uyanıklığı vardı. İnce siyah kaşları, alnının hareketleriyle kıpırdıyordu. Bakışlarında hiç ölgün bir mana yoktu. Yüzünde gülerken de, sertlenirken de düşünen teennili" bir hal hissediliyordu. Ben hiçbir şey sormadan:
-Ankara vilayetimiz, sancak Çorum, kazamız Osmancık. Biz Osmancık'ın İncesu Köyü'ndeniz. Rütbe de zikr olunuyor mu? dedi.
-Hayır ama çavuş mu nedir?
-Üst çavuş.
-İsmin?
-Ali oğlu Mehmet.
-Evvelce de İstanbul da mıydın?
-Evet... Evvelce de burda, Maltepe'de. Fakat ben askerlikten evveli soruyorum.
-Yok, asker olmadan evvel memleketteydik.
Okuma yazma bileceksin sen, öyleyse (Çünkü hiç olmazsa ibtidai tahsilini bitirmiş bir adam gibi muntazam konuşuyordu.)
-Yok efendim, bilmiyorum.
-Sen de Çanakkale'de bulundun, öyle değil mi? -Seddülbahir ve Kirte'de bulunduk.
-Başından sonuna kadar mı?
-Yok efendim. Evvela tahminen yirmi, yirmi beş gün kadar durduk. Orda Seddülbahir'de mecrûh70 düştüm. Seddülbahir'in Domuz Deresi'ne girdin miydi, sol cena- ha yakın bir dere var. O derede Mehmet Çavuş istihkâmi- na çıktık.
-Neden o istihkâma Mehmet Çavuş istihkâmı demiş-
-Vallahi, bizden evvel bir Mehmet Çavuş çıkmış da o istihkâmı kazdırmış. Onun istihkâmı diyorlardı.
-Kendisi ne olmuş, o Mehmet Çavuş? -Kendisi yaralı düştükten sonra zâbit olmuş. -Sen onu gördün mü?
-Yok görmedim ben.
-Eee, Çanakkale'ye gidince ne gördün? Şöyle otur, otur, ayakta durma nafile yere...
Teklifimi tereddüdle kabul etti. Zâbitleriyle diğer efraddan" fazla münasebette bulunan bir çavuş olduğu hareketlerinden, sözlerinden belli oluyordu. Evvelce görüştüğüm asker gibi çömelmedi. Orada içi boşalmış tahta sandıklar vardı. Onlardan birine, mâfevk" huzurunda oturur gibi yan oturdu ve dedi ki:
-Bizim bölüğümüzden avcı hattına bir takım çıkardılar. Biz de onun gerisinde istirahat ettik. Sonra akşam oldu. Hepimizi topladılar. Asker birbiriyle helalleşti, zâbitân ve asker...
-O helâlleşmek insanı garipsetiyor mu?
-Yok efendim. Garipsetmek bir şey değil. Zâbitân emretti. Biz de hep helâlleştik. Sonra yola çıktık. O yolun kenarına çantaları çattık.
-Neye çantaları çattınız?
-Yani ağırlık vermesin diye... Biz de yola çıktık. Seddülbahir görünecek yere çıkınca düşman elektrik tut- tu. Biz oraya çıktığımızda saat üç raddelerine geldiydi. Biz yere yattık. Denizden elektriği tutunca bütün görünü- yor. Elektrik başka tarafa döner dönmez yine yürüyüşe de- vam ediyorduk. Sonra böyle yata kalka "Donuz Dere"ye (Domuz) yanaştık. Yüz metre kadar kalınca yine "yere yat" kumandası verdiler. Sonra "Ayağa kalk" kumandası verdiler. Üçüncü takımın birinci mangasından neferin birisi ayağa kalkmadı.
-O neden?
-Yani şehit gitmiş. Ben onu yoklaştırdıysam da alnında kurşunla gitmiş.. Daha hatta pek yaklaşmıştık ama.. zahir çılgın kurşunlardan geldi.
-Çılgın kurşun ne?
-Yani serpinti kurşun. Çünkü bazısı var, yukarı mı tutar tüfeği, ne yapar, kurşun havaya gidiyor. Önüne gelene çarpıyor.
-Ee, bu kurşunlara "çılgın kurşun" ismini kim tak-
-Biz söylüyoruz efendim.. Onbaşısına tüfeğini, palaskasını, cephanesini aldırdım. Bendeniz takım çavuşuydum.
Ali oğlu Mehmet Çavuş pek nezaketliydi. Hem zâbitlerden filan duya duya bellediği lugatları, ekseriya tam yerinde paralıyordu.
-Evet, sonra?
-Aynı yürüyüşümüze devam ettik. Sonra hücum ettik hepimiz. Orada hepimiz birlendik. Kuvvetimizin hepsi toplandı. Fırka kumandanı Şükrü Bey emir verdi, avcı hattına yaydı. Cephesini göstererek takım takım ilerletti. Ava çıktık. İkinci bölük sağımızda, bizim üçüncü bölük de onun solunda, böylecene ilerliyorduk avcı hattında. Biraz yürüyüşe devam ettikten sonra "Mevzi al" seslerini işittik. Ve biz de o sadenin üstüne, biz de dedik "Mevzi al" diye.. Beş dakika kadar orada yattıktan sonra, mevzide, kumanda mûcibince yine yürüyüşe devam ettik. Sonra bir istihkâma tesadüf ettik. Oraya mevzi aldık. Biz de atladık.
-İstihkam boş muydu?
-Yok efendim, bizim asker vardı. Tüfeklerimiz de boştu. İrelde avcı hattı irelliyecek (ilerleyecek), hücum edecek daha doğrusu, siz de geri yanda "takviye" (takviyeye) geleceksiniz diye silahları doldurmadılar. O is tihkâmdakı askerler tek tük ateş ediyorlardı düşmana Sonra emir geldi sağ taraftan. O asker irelleyecek dediler. Evvelki asker, o istihkâmda bulunan ilk defaki asker Sonra bir emir daha geldi "hücuma hepsi bir kalkacak" diye. Evamir mûcibince hepimiz hücuma kalktık. Hücuma kalktığımızda "Allah, Allah!" diye bağırıyorduk. Biraz irellek varınca bomba atmaya başladı. Gayet şiddetli ateş oluyordu. Biz de düz arazinin üstüne mevzi alaraktan şiddetli ateş ediyorduk.
-Geceleyin değil mi?
-Gece evet. Gece alaturka saat altı sıraları vardı. Sonra düşman maytab atıyordu. Havaya! Denizden de zırhlıdan şarapil geliyordu. Ordan yine hücuma kalktık. İreliye varınca 8. Bölük yüzbaşısı mevzi aldırdı. Mevziden yine hücuma kaldırdı. O hücuma kalktığımızda firkanın hepsi birlenmişti. Teker teker istihkâm yapmışlardı şöyle tek, yattığı yerden baş siperi. Önünde de tel örgüsü vardı. Tel örgüsünden geçerekten düşman ölülerini gördüm. Gayet şiddetli de maytap atıyordu. Zırhı karaya yanaşmıştı. Dehşetli aydınlık oluyordu. Biz yere yatıyorduk. Süngülerimiz takılıydı. Sol cenahda da pek şiddetli harb oluyordu. Yine ilerledik. İlerledik. Elli hatve kadar gittik- ten sonra yine mevzi aldık. Ve bizim bulunduğumuz cephenin tam karşısında düşman tarafında bize ateş seyrek geliyordu.
Düşman bomba atmayı kesti de, zırhlıdan çok ateş oluyordu. O birinci kalkmada denizin kenarına kadar indik. Bir iki düşman neferleri suyun içine girmişlerdi. Bizim askerleri süngülediler. Onları süngüleyerekten yere yattık. Çünkü asker aradı oralarda acaba daha başkaları varmı ki diyerekten. Bazıları suya girmişler, çökmüşler, kafaları görünüyordu. O, 8. Bölük yüzbaşısı yine yanımızda bulunuyordu. Bizim yüzbaşı kaybolmuştu. 1. Takım Kumandanı Mülazım Hayri Efendi de kaybolmuştu. Sonra 8. Bölük kumandanı emir verdi. Sabaha kalırsak, sabah yakındır. Işıyacak olursa burada barınamayız. Gerideki istihkâma girelim dedi. İki yüz metre kadar bir istihkâm vardı geri tarafımızda. O istihkâma girdik. Sonra ışıdı gün, bir adam boyu yukarı kalktı. Yine bize karşı ateş açtılar. Biz de onlara ateş ediyorduk. Bir hafta o istihkâmda eğlendik. Düşman da aynı zamanda karşı tarafımızda denizden asker çıkarıyordu. Zırhlılar da bizim durduğumuz o istihkâma pek şiddetli ateş ediyorlardı. Bizden bir tarafımız düşmana karşı ateş ediyordu, bir tarafımız da bir yandan siperin yıkılan yerlerini kürek ile dışarı atıyordu, siper yapıyordu. Sonra başka alay geldi. Biz pek azaldıktı. Çok mecrûhumuz, şehidimiz düştü. O alay gelince ben neferin birisini geriye gönderdim ve "Bizim bölükten, ta- burdan az kaldı. Yoksa geriye bir yere toplandılar mı? Eğer toplandılarsa, geriden bana işaret ver" dedim. Ve kendim de gözlüyordum. Nefer gitti. Bize o "Donuz Deresi'nden" geliniz diye mendil salladı. Yanımızda kendi bölüğümüz- den üç nefer kalmıştı. O neferlere ben söyledim ki "Ben sıçrayım, elli adım mesafeyle hepiniz sıçrayın." Donuz Deresi'ne birleştik, Donuz Deresi'nin sağ tarafında taburun ictima mahallini bulduk.
Bölüklerimizin siperlere nasıl atladıklarını, nasıl derece derece hücum dalgaları teşkil ettiklerini ve yollarını kesen tel örgülere, gözlerini kamaştıran müthiş projektörlere, göğüslerini delen, beyinlerini, kulaklarını patlatan fasılasız şarapnel ateşlerine rağmen nasıl atıldıklarını ve bu cehennem içinde haftalarca birbirlerini göremeyerek kavrulup eridiklerini, hasılı bugünkü muhârebe tarzını Mehmet Çavuş kendi lisânı ve kendi zihniyetiyle ne güzel tasavvur ediyordu. Fakat sözünü biraz kısa kesmesini söyledim. Çünkü zekası vak'aları sırasıyla saymaksızın onlardan bir hülasa çıkaracak derecede işlememişti. Ve uzun söylüyordu.
-Yok, dedi, o defa hücum ettik de ben o vakit mecrûh düştüm.
-Peki, haydi, anlat.
-Düşman ilerden gelmiş. Biz de yakın olduğumuz için yine emir verdiler. Yine hücum ettik. Gündüz öğlenleyindi. Güneş vardı. Hava gayet sıcaktı. Yüzbaşımız mecrûh gitmişti. Hayri Efendi de şehit düşmüştü. O bölüğün idaresi bize kalmıştı, yani bana kalmıştı. Emir üstüne yine Donuz Deresi'ne indik. Ordan hücum ettik. Hücum edince düşmanla hepimiz birbirimize karıştık. Karışınca benim karşıma bir Fransız zâbiti geldi. Ve efrad da birbirini süngülüyordu.
-O zâbitin Fransız olduğunu nereden anladın?
-Sonra markasını aldım, gösterdim. Fransız çıktı. Ben de ordan anladım.
-Demek ki öldürdün onu!
-Ben istiyordum ki onu düşürtmeyi!
-O ne yaptı?
-Daha süngüyü saplamaya tahammül edemedim. Tüfeğimin ucunda süngüm takılı olduğu halde tüfeğimi attım. Yani kurşunla vurdum. Çünkü tüfeğim doluydu.
-O nasıl hücum ediyordu?
-O zâbit de tam benden yana koşaraktan geliyordu. Velakin pek de yanaşmak istemiyordu. Kendi efradın- dan geri kalanlarına kaçmayın gibilerde kılıç vuruyordu. Sonra bizim mermi isabet edince kılıcı elinden düştü. Belinde loververi varmış. Benim tüfeğin ucundan da ben tüfeği atınca süngüsü fırladıydı. Sonra ben üstüne va rırken kendisi loververi bana attı. Loververi atınca beni sol kolumdan vurdu. Ama pek zarar vermedi. Yani loverinin pek darbı yokmuş. Onların kendi askerleri de bir iki geriye kaçtı, bir ikilerini de geberttiler. Bizim askerlerden düştü kaç tane şehid. Loverini aldıktan sonra kurşunların yedisini de leşine boşalttım.
-Neden?
-O beni vurdu diye bir hiddetime gittiydi. Hatta mermisi de cebimdedir. Bu mermi. O Mehmet Çavuş istihkâmını bizden onlar almışlardı. Biz o hücumda yine geri aldık. Ben de sıçradım. İstihkam yakındı. Düşman da geri taraftan pek çok kuvvetle yine hücuma kalkmıştı. İki tane de Alman vardı, yanımızda, makineli tüfeğin başında. Onlar da oraya yetiştiler. Birisi makineli tüfeği öbürüsünün omuzuna komuş da ordan ateş edip duruyordu. Ben gün kararıncaya dek o istihkâmda kaldım. Sonra çıktım.
-Yaralanınca insan ne hissediyor?
-Su canı istiyor. Çok canı sıkılıyor. O sırada düşmanın birisi eline geçse, yiyecek gibi galiba! Öyle bir hırs duyuyor.
-Hiç acı duymuyor mu?
-İlk defa duymuyor. İlk defa acıyorsa da pek o kadar değil. Sonra sonra duyuyor. O taraf uyuşuk oluyor. Sonradan kolumu kıpırdatamaz oldum. Kolum hiç kalkmıyordu.
-Hücumda insanın içine telaş filan gelmiyor mu?
-Yok, pek değil. Gelirse de geçiyor. Çünkü ümit kesildiği için. Yanındaki arkadaş tutkun olursa ve aletin iyi olursa harb etmesi, yemek yemesi kadar da kolay. Arkadaş kötü olursa yanındakine de tesir ediyor.
Heyecânda olan rûhların bilhassa kalabalık ve telaş anlarında ne kadar kolaylıkla telkin altında kalacağını Mehmet Çavuş iyi izah ediyordu. Kahredici bozgunların ve misilsiz fedâkârlıkların sebebi askerin söylediği şu cümlelerde saklıydı. Sordum:
-Fena arkadaş, nasıl arkadaşa diyorsunuz?
-Çünkü korkak oluyor bazısı, istediğin noktayı tutamıyor. Bir şaşkınlık geliyor. Mesela o Almanlar kurşun ederken bize gayetle hafiflik geldiydi. Hani serbest serbest atıyorduk. Makineli tüfek de üstüne düştü. O vakit yanındaki arkadaş tüfeği istihkâma koydu velakin gayri ateş edemedi. O vakit bizlere de bir ağırlık geldi. Neferlere dedim ki: Kurşunu boşa sıkman ha! İyice bir düşmana bakın. İsabetli sıkın.
İşte o gün Mehmet Çavuş da yaralı düşmüş. Tekfur Dağı (Tekirdağ) hastahanesinde seksen sekiz gün yatmış. Sonra geri dönmüş. O sefer de Kirte'ye gitmiş; orada üç yerinden yaralanmış. Birisi bomba parçasıyla kafasında ki parça hâlâ duruyor, iki tanesi de sağ ayağında.
-Eee, evvelce hiç İstanbul'a gelmedim dedindi..
-Evvelce hiç İstanbul'a gelmedim.
-Öyleyse İstanbul nasıl bir şehir? Sen nasıl buldun? -Mükemmel şehir...
-Memlekette ne yapardın?
-Babam rencberdi. İşçiler çalıştırdık. Ben de onlara bakardım, beyefendi. Tedavi olup da çıktıktan sonra Kavaklı Dere'ye gittim. Orada bir hafta istirahat ettik. Alayı yeniden harbe istediler. Gelişken sancakdar vuruldu da sancak direği te şu omuzuma düştü. Müsaade et, bir orayı anlatıvereyim, asıl onu söylemek isterim.
-Peki, anlat.
-Gelişken (Gelirken) önümüzdeki bölüğün irtibatını kaybettik. Sonra yolu yanıldık. Yukarı büyük yola çıktık. Büyük yolda koşup gelişken kurşunlar geliyordu. Ben de efradi manga kolunda koşturuyordum.
-Niçin?
-Kurşun gelmesin diye? Sancakdar da benim geri tarafımdan geliyordu. Gelişkene şiddetli birisi vurar gibi, sopa gibi bir şey değdi. "Kimdir o" diye geriye doğru baktım. Sancakdar vurulmuş. Sapı yere kakılınca sancak tepeden aşmış, omuzuma çarpmış. Sonra püskülü suratıma sürülünce ben o zaman anladım ki sancakdar düştü. Sancağı kaptım. Elime alıp yine bölüğün önünde koşu- yordum. Sancakdar da "Anam, ah anam" diye pek şiddetli bağırıyordu. Soğanlı Dere'ye indik. Şakir Çavuş'a teslim ettim sancağı.
-Sancakdar ne oldu?
-O da sizler baki, şehid oldu. Yiğit bir çocuktu. Allah rahmet eylesin.